İnternet teknolojisini içinde bulunduğumuz enformasyon çağındaki en önemli buluşlardan biri olarak görüyoruz. Ki konuyla ilgili çalışmalar yapan birçok bilim insanının da aynı görüşte olduğunu düşündüğümüzde, bu söylemde haklı olduğumuzu iddia edebiliriz.
Söz konusu bizzat iletişim araçlarının kendisi olduğunda ise internetin bambaşka bir yere sahip olduğunu, gerçek anlamda iletişime “yepyeni” bir soluk getirdiğini söyleriz. Bu söylem ise “kısmen” doğrudur.
İnternet, daha önceki dönemlerde kullanılan konuşma, elyazması, matbaa ve görsel-işitsel araçlar gibi iletişim araçlarının hepsini kapsamaktadır. Dolayısıyla “yepyeni bir iletişim aracı” olarak tanımlamaktan ziyade, bugüne kadarki tüm iletişim türlerini bünyesinde barındıran ve bu özelliği dolayısıyla çok hızlı benimsenip iletişim davranışlarını dönüştüren bir iletişim aracı olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Öyle ki internet üzerinden sağlanan iletişim ağlarının içerisinde konuşma, yazma, basılı materyaller, radyo veya televizyon gibi iletişim araçları bir arada bulunmaktadır.
İnterneti diğer iletişim araçlarından farklı kılan birçok özellik olsa da, internetin etkisiyle değişimine şahit oldumuz kültür anlayışı bize iletişimin evrimi konusunda birçok ipucu verecektir.
Haziran 2020 tarihli “İletişimin Dönüşümü ve Sosyal Medyanın Etkisi” başlıklı blog yazımda, iletişimin dönüşümünü sosyal medya ekseninde ele almaya çalışmıştım. Bunu yaparken, iletişim dünyasının önemli isimlerinden olan ve ünlü “Medium is the message” sözüyle bilinen Marshall McLuhan’dan ve geleceğe ışık tutan görüşlerinden yola çıkmıştım. Bu blog yazımda ise bir başka Marshall’dan; Amerikalı tarihçi ve yazar Marshall Tillbrook Poe‘dan faydalanarak iletişim araçlarının sebep olduğu kültürel değişimlere ve son tahlilde internetin bu değişimlerdeki rolüne değinmek istedim.
Marshall Poe, “İletişim Tarihi: Konuşmanın Evriminden İnternete Medya ve Toplum” adlı kitabında, iletişimi, iletişim araçlarını ve bu araçların sebep olduğu sosyal ve kültürel değişimleri genel medya kuramı altında ele alıyor. Kanadalı iletişimci ve yazar Harold Adams Innis’ten ilham aldığı itme ve çekme alt kuramlarıyla da iletişim araçlarını formüle ediyor.
Marshall Poe’nun kitabında ele aldığı kuramlardan yola çıkarak iletişim araçlarını sınıflandırdığı erişilebilirlik, hız, sadakat, dayanıklılık, hacim, gizlilik, aranabilirlik, menzil gibi teknik özelliklerden ziyade, iletişim araçlarının / medyanın tarihsel gelişimiyle birlikte sebep olduğu kültürel değişimler üzerinde biraz duralım ve Poe’nun belirttiği dönemleri baz alarak işe koyulalım.
Homo Loquens: Konuşan İnsan
İnsana özel ilk iletişim aracı olan konuşmayı diğer iletişim araçlarından ayıran önemli bir fark var. O da konuşmayı bizim icat etmediğimizdir. 150 bin yılı aşkın süre boyunca -el hareketleri dışında- bilinen tek iletişim aracı olmasının verdiği tekellik sayesinde, bu aracın toplumlar üzerinde belli bir konuşma kültürünü de yaratmış olması gerektiğini düşünebiliriz. Ancak günümüzde bunun doğrudan kanıtlarını bulmak oldukça zor. Bazı uzmanların konuyla ilgili çalışmaları olsa da, bu çalışmalar konuşmanın yaşama şekli üzerindeki etkilerini anlatmaz. Dolayısıyla doğrudan kanıtlar hiç yokmuş gibi düşünerek, dolaylı yoldan hareket etmemiz gerekecektir.
Peki neden konuşuyoruz? Hayvanlar arasında neden bir tek biz konuşma yetisini evrimleştirdik? Bu sorunun aslında basit bir cevabı var: Konuşmaya başladık, çünkü evrimsel olarak konuşmak bizim için avantajlıydı. Konuşabilen ilk insanlar konuşamayanlara göre daha fazla çocuk yapmışlardı ve konuşmak için gereken genetik kapasite herkes konuşabilene kadar aşama aşama bütün türe yayılmıştı. Tabi bu cevap konuşmanın neden bizim için evrimsel olarak avantajlı olduğunu açıklamıyor. Bu sorunun farkında olan evrim kuramcıları da farklı farklı bazı kuramlar geliştirmişlerdir.
Fransız araştırmacı Jean-Louis Dessalles, Why We Talk: The Evolutionary Origins of Language adlı kitabında bu durumu arkaik insanların müttefik seçme kriterleri üzerinden açıklıyor. Buna göre -örneğin- küçük gruplar halinde yaşayan şempanzeler, müttefiklerini kuvvet, cüsse ve sadakat üzerinden belirliyor. Grup boyutları kıyaslandığında ise arkaik insanların daha farklı bir müttefik seçim stratejisi belirlemesi gerektiği belirtiliyor. Dessalles buradaki kilit etkenin “alaka” (relevance) iletebilme becerisi olduğunu ifade ediyor.
Dessalles’in bahsettiği “alaka” kavramı, dinleyicilerin işine yarayan ve böylece konuşanı bir müttefik olarak öneren konuşmalar anlamına geliyor. Özetle; alaka müttefiği, müttefik ittifakı, ittifak gruptaki egemenliği, egemenlik çocuk yapma şansını, daha fazla çocuk yapmak ise alaka üreten genlerin yayılmasını sağlıyor. Bu da konuşmayı yani “alaka”yı önemli bir rekabet konusu haline getiriyor.
Arkaik insanlar üzerinden insanların neden konuşma ihtiyacı duyduğunu ifade eden bu açıklama, konuşmanın hız ve mesafe kısıtlamalarından dolayı iletişimin sınırları içerisinde kalan grupların da aslında ne kadar küçük olduğunu bizlere gösteriyor. Yani konuşarak kurulan iletişimin küçük gruplar halinde gerçekleşmek durumunda olduğunu söyleyebiliriz.
Konuşma çağındaki iletişimin o dönemde yaşayan insanlar üzerindeki etkisini kanıtlarla anlatabilmek pek mümkün değil. Zira ilk avcı-toplayıcılar fiziksel anlamda geriye çok az şey bırakmışlardır. Dolayısıyla bunun için avcı-toplayıcı grupların yaşam tarzı açısından günümüzdeki benzerlerini incelemek durumundayız. Yani konuşma çağındaki iletişimin insan yaşamına, sosyal hayata nasıl etki ettiğini görebilmek için çağdaş aile, arkadaş çevresi veya iş yeri gibi küçük çaplı gruplara mercek tutabiliriz. Zira eski avcı-toplayıcı gruplarındakine benzer şekilde bu gruplar da küçüktür ve grup içerisindeki işler çoğunlukla yüz yüze ve sözel iletişim ile yürütülür.
Aile, arkadaş veya iş yeri gibi gruplar, üyelerinin nispeten eşit olduğu bir bağlam içerisinde işlerini yürütürler. Çünkü işlerini yürütebilmek için başka yolları yoktur. Tabi anne-baba ile çocuk arasında veya patron ile çalışan arasında olan hiyerarşik düzen yine de mevcuttur. Ancak hiyerarşiye bakılmaksızın her üyenin konuşabilme özgürlüğü iktidarı pratikte sınırlandırmaktadır. Resmi yetkilerle donatılmış bir yönetici olsanız bile iyi bir lider olabilmek için insanlarla iyi anlaşmanız gerekir. Grupta bulunan herkese saygı duyulmalı, onlara konuşma ve dinleme hakkı verilmelidir.
Eski avcı-toplayıcı gruplarda da benzer bir durumun geçerli olduğu söylenebilir. Tabi bu avcı-toplayıcı gruplar içerisinde erkekler kadınlara göre veya güçlüler zayıflara göre daha fazla otoriteye sahipti. Ancak yine de gruptaki bütün yetişkin üyelerin konuşmasına ve dinlemesine izin veriliyordu, çünkü kimse onların konuşmasını veya dinlemesini başarılı bir şekilde engelleyemiyordu. Bu durumda, konuşmasına veya dinlemesine izin verilmeyen grup üyelerin bastırılması veya cezalandırılması (örneğin öldürülmesi) konusu akıllara gelebilir. Gruptaki otorite sahibi kişi tarafından herhangi bir üyenin konuşması veya dinlemesinin engellendiği bir senaryoda kimin galip geleceği belirsiz olduğundan, bu durum riskli olurdu. Söz konusu ilgili grup üyesini öldürerek kalıcı olarak susturmak olduğunda ise bunun sonuçları ciddi olabilirdi. Zira ilk avcı-toplayıcılarda cinayet katı bir şekilde caydırılıyordu. Sonuçta herkes uzaktan da olsa birbirleri ile akrabaydı ve kimse tam anlamıyla harcanabilir değildi.
Grup üyeleri arasındaki engellenemeyen bu konuşma özgürlüğü ve konuşmanın üyeler arasındaki dağılımı esasında bazı değerlerin de şekillenmesini sağladı. İletişim bakımından insanlar eşitti ve onların hiç değilse görece eşit olmaları gerektiğine inanılmıştı. Konuşma ve dinlemeye eşit erişim hakkının olması mülkiyetin, özellikle değerli malların ve yiyeceklerin paylaşılması ve herkesin birbirine sahip çıkması gerektiği düşüncelerini de kuvvetlendirmişti. Tabi bu durum daha çok eski avcı-toplayıcılar için geçerli gibi görünse de, günümüzdeki küçük gruplara baktığımızda da benzer bir paylaşım gerekliliği olduğunu söylemek mümkün.
Özetle; özellikle aile, arkadaş ve iş yeri gibi küçük gruplar arasında oldukçe önemli olan konuşma aracının “paylaşma” kültürünün gelişmesine katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Homo Scriptor: Yazan İnsan
Yazı kültürü denildiğinde yapmış olduğu sert eleştirileriyle akla ilk gelen isim şüphesiz Platon olacaktır. Çünkü Platon’un bu iletişim aracıyla ilgili görüşü olumsuzdu. Hitabette gördüğü yanlışı yazıda da bulmuştu. Ona göre hem hitabet hem de yazı, hakikate ulaşmanın tek yolu olan diyaloğa izin vermiyordu. Yazının hafızayı körelttiğini düşünüyordu.
Yanlış kişilerin de eline geçebilme ihtimaliyle yazıya karşı çıkan Platon’a göre bu durum kabul edilemezdi. Diyalog söz konusu olduğunda filozoflar haksız saldırılara karşı kendilerini savunabilirlerdi. Ancak bir kez yazıya döküldüklerinde, bu olanaksız hale geliyordu. Bu sebeple Platon’a göre dilsiz metin “ne kendini savunabilir, ne de kendine yardım edebilir”di. Hatta kendisi (Devlet’te) yazmayı öğrenmeyi şart koşmamıştır.
Bu durumda yazıya karşı olan Platon’un bütün bu görüşlerini yazıya geçirmiş olması kulağa biraz çelişkili gelebilir. Ancak her türlü monoloğa karşı olan Platon’un, sadece diyalog formatında yazılar yazdığını unutmamak gerekir.
Platon’a göre yazılar hakikate giden yol değil, manipülasyon araçlarıydı; ki Platon bu konuda haksız değildi. Zira iktidarda olanlar –Homo Loquens: Konuşan İnsan bölümünde bahsettiğimiz üzere- insanların konuşmasını engelleyemiyordu, ama yazıyı, dolayısıyla da anlamı kontrol edebilirdi. Tüm bunlar ise avcı-toplayıcı grupların sonunu getirdiği gibi, yakından tanıdığımız hiyerarşik toplumların ortaya çıkmasına da sebep oldu.
Konuşma kültürüyle ilgili olarak geriye yok denecek kadar az kanıt bırakıldığından daha önce bahsetmiştik. Bu sebeple Marshall T. Poe’nun yaptığı gibi çıkarım tekniği üzerinden yola çıkarak ilk avcı-toplayıcı grupları inceleyebilmek için günümüzdeki aile, arkadaş ve iş yeri gibi küçük grupların iletişimini ve bu iletişimin etkilerini ele almak durumunda kaldık. Ancak elyazması kültürü söz konusu olduğunda bu kültüre ait geriye daha fazla şey bırakıldığı için daha sağlam temeller üzerinden ilerlememiz mümkün olacaktır.
Yaklaşık 300.000 yıl önce atalarımızın kırmızı aşıboyası parçaları toplamış olduğu görülüyor; onların bu ilkel tebeşirleri bazı simgesel amaçlar için kullandıkları tahmin ediliyor. Ancak bunu tam olarak hangi amaçlarla yaptıkları henüz belirlenebilmiş değil. Aşağı yukarı aynı tarihlerde öküz kaburgası üzerine minimalist bir resmin yapıldığı; bundan yaklaşık 100.000 yıl önceye tarihlendirilen ve takı olarak kullanıldıkları belli olan delikli deniz kabuklarının varlığı biliniyor. Günümüzden 40.000 ile 30.000 yıl önce simgesel üretimin gerçekleştiğinin kanıtları ise epey boldur. Boncuklar, çizimler, oymalar, resimler ve cenazeler bunlardan bazılarıdır. Bu örnekler arkaik insanların ve ilk insanların nesneleri simgeler olarak kullandıklarını gösterse de buna çok da ihtiyaç duymamışlardı.
Yerleşik hayata geçilmesinin ardından oluşan ortak yaşam alanları, çeşitli toplumsal hizmetler sunma amacıyla oluşturulan kamu binalarının meydana getirilmesini sağladı. Bu da toplumsal hizmetleri üretenlerin (hükümdarlar ve rahiplerin) hizmetleri alan kişilerden vergi toplama gereksinimini doğurdu. Tam da bu noktada ilk defa sistematik olarak simge yaratmak için gereken neden bulunmuş oldu. Bu neden ise hesap tutmaktı. Hükümdarlar ve rahipler hazinelerine kimin ne kadar katkı yaptığını ve hazinelerinde ne kadar para olduğunu kaydetme ihtiyacı duymuşlardı.
Rakamlar henüz icat edilmediğinden ilk başlarda fiziksel olarak nesnelere sayısal anlam yükleyerek yapılan hesaplamalar, daha sonra çeşitli şekillerde (köni, küre, disk vs.) jetonlara dönüştürülerek kullanılmaya başlandı. Bahsettiğimiz bu jeton sistemi oldukça uzun bir süre boyunca kullanıldı. Öyle ki yazı bulununcaya kadar yaklaşık 5.000 yıl boyunca jetonlar kullanıldı.
İlk olarak tarım köyleri şartlarında ortaya çıkan jetonların kullanımı, yaklaşık M.Ö. 4000 yıllarında Mezopotamya’da daha önce görülmemiş büyüklükte “Uruk” (günümüzde Bağdat’ın yaklaşık 300 km güneyinde yer alan antik Sümer kenti) gibi şehirler söz konusu olduğunda çok yeterli olmadı. Zira buradaki gelişmiş şehirler aynı zamanda büyük ölçekli ticaret merkezlerine dönüşmüşlerdi. Bu durum hesap tutma gibi işlerde jetonların yerine bilgiyi daha kolay bir şekilde işleyebilecekleri bir buluşa, ilk yazı sistemi olan piktografik yazının icadına yol açtı.
Jetonlar yerine kilden tabletlere yapılan jeton çizimlerine yer verilmesi ve bu sistemin geliştirilmesiyle birlikte çivi yazısı ortaya çıktı (M.Ö. 3100). Daha sonra hesap tutma ve bilgi işleme gibi işler için kullanılan bu yazı teknikleri, sözcükleri de temsil edebileceği düşüncesini akıllara getirdi ve logografik yazı sistemleri geliştirildi. Böylece tarihte ilk defa bir kişinin söylediklerini kelimesi kelimesine kaydetmek ve hiç söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi yapmak mümkün hale gelmişti.
Simgelerin sözcükleri temsil etmesini sağlayan bu yazı tekniklerinin zorluğu ise bu simgeleri deşifre etmek isteyen kişilerin bir denklik tablosuna (veya bir sözlüğe) ihtiyaç duymasıydı. Öyle ki sözcükleri temsil eden bu simgeleri akılda tutmak oldukça zordu. Bu zorluğun çözümü ise her bir sözcüğü değil; her bir sesi temsil eden simgeler sistemi yaratmaktı. Bu da fonetik alfabeydi. Bununla hem sayıca daha az olan simgelerin tamamı akılda tutulabilirdi, hem de bu basit simgeleri bir araya getirerek söylenmesi mümkün olan her sözcük kolay bir şekilde oluşturulabilirdi.
Modern alfabetik yazı sisteminin ilk olarak M.Ö. 2000’li yıllarda Mısır’da ortaya çıkmış olduğu görülüyor. Ancak işin ilginç yanı, -dönemin bazı katipleri bu ekonomik yazı sisteminin potansiyelini görmüş olsa da- bu fonetik yazı sistemi yaklaşık 1000 yıl boyunca ihtiyaç duyulmadığı için kullanılmamış ve haliyle yayılmamıştı. Nihayetinde Fenikeliler alfabeyi tercih etmiş, bunu Akdeniz havzasına yaymış ve alfabe bu bölgelerdeki yerel dillere uyarlanmıştı. Bu dillerden bir tanesi ise Platon’un yazılarından da bildiğimiz üzere Yunancaydı.
Yazının doğuşunu sadece Orta Doğu’ya mal etmenin çok da doğru olmadığını söylemek yerinde olacaktır. Zira yazının gelişimi, dünyanın pek çok yerinde aşağı yukarı eş zamanlı olarak yaşanan bir sürecin sonucudur: Önce tarımsal faaliyetler başlar. Ardından işbirlikçi yaşam biçimleri (köyler, sehirler, devletler, tapınaklar vs) ortaya çıkar. Sonra bu yaşam alanlarını yöneten hükümdarlar ve rahipler gelir. Daha sonra hesap tutma ve bilgi işleme ihtiyacı doğar. Son olarak çeşitli yazı sistemleri geliştirilir. Nihayetinde birbirinden ayrılmaz aşamalardan oluşan bu süreç “Elyazması Kültürü” denilen bir yaşam biçimini ortaya çıkarır.
Elyazması Kültürü’nün toplum üzerindeki etkilerini incelediğimizde Konuşma Kültürü’nden çok farklı bir sonuç ortaya çıkacağını çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Konuşma faaliyeti insanoğlunun fıtratında vardır. Dolayısıyla maliyetli bir iletişim biçimi değildir. Ancak okuma ve yazma faaliyeti sonradan öğrenilir ve bir çaba sarfetmeyi gerektirir. Yani maliyetli bir iletişim şeklidir.
Elyazması Kültürü’nün yaşandığı dönemlerde kitlesel bir okuryazarlık da söz konusu olmamıştır. Bunun temelde iki sebebi vardır: Birincisi konuşmaya göre okuma ve yazma faaliyeti sonradan öğrenilir ve bir çaba sarfetmeyi gerektirir. Yani maliyetli bir iletişim biçimidir. Dolayısıyla ilgili insanların çoğu ihtiyaç duymadıkları ve bu sebeple öğrenme zahmetine katlanmak istemedikleri için okuma ve yazmayı öğrenmemişlerdir. İkincisi ise iktidarı elinde tutan hükümdarlar ve rahiplerin (ve para kazandıkları için katiplerin) bu iletişim aracının tekellerinde olmasını istemeleriydi. Zira Platon’a tekrar dönecek olursak yazılar birer “manipülasyon aracı” olma özelliğine sahipti.
Elyazması Kültürü aynı zamanda inançları da temelden değiştiren bir dönemi başlatmış oldu. Öyle ki kutsal kitaplar tanrının seçilmiş insanlara bahsettiği sözlerin bir araya gelmesiyle oluşmuştu. Dolayısıyla okumayı bildiğiniz sürece tanrıyı anlayabilirdiniz. Halk okumayı bilmediği için bu durum okumayı bilenler tarafından pek çok kez suistimal edildi; bu sebeple okumayı ve yazmayı bilen seçkinler, kendilerini tanrı ile halk arasında konumlandırabildi. Bu durum seçkinlere toplum içinde önemli bir saygınlık kazandırdı.
Konuşmayı engellemenin zorluğundan bahsetmiştik. Yazı ise daha çok fiziksel bir nesne olduğundan iktidarlar için kolay bir şekilde engellenebilecek bir iletişim aracı olarak düşünülüyordu. Öyleydi de. Örneğin 16. yüzyılda İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth, istemediği şeyler yazdığı için “John Stubbs” adlı yazarın sağ elinin kesilmesini emretmişti. Konuşmaya nazaran yazılar, bu sebeple üzerinde hakimiyet kurulabilen bir iletişim aracı olarak kullanıldı.
Özetle; 4000 yılı aşkın bir süre boyunca yeryüzünün büyük bir kısmına hakim olan Elyazması Kültürü, okuma ve yazmanın seçkinlerin tekelinde bulundurulması, manipüle edilmesi gibi özellikleri sebebiyle bir sınıf ayrımı veya bir hiyerarşik düzenin kurulmasına sebep oldu. Yani Konuşma Kültürü’nün getirdiği eşitlik ve paylaşımcılığın aksine El Yazması Kültürü’nün bir “bizler-onlar” ayrımına yol açtığını söyleyebiliriz.
Homo Lector: Okuyan İnsan
Platon, hakikate ulaşmak için gereken tek şeyin diyalog olduğunu; monolog olduğu için de hitabetin ve yazının denklemin dışında tutulması gerektiğini savunuyordu. Ayrıca hakikate sadece kapasitesi yeten insanların ulaşabileceğini düşünüyordu. Bu sebeple ona göre devleti yönetecek olan kişilerin bu kapasiyete sahip olması ve eğitilmesi gerekiyordu. Ancak yetersiz zihinsel becerilere ve eğitime sahip olan kişilere hakikatin anlatılması gereksizdi. Çünkü hakikatin bu kesime anlatılması onların sadece kafalarının karışmasına yol açacaktı.
Hakikatin yetersiz halktan gizlenmesi gerekliliğinden dolayı Platon, sansür ve propagandayı devlet için meşru kılıyordu. Platon döneminde bu görüş pek alışıldık bir durum olmasa da Elyazması Kültürü için bu oldukça normaldi. Çünkü iktidar yazının, yazı ise iktidarın elindeydi. Ancak matbaanın gelişmesiyle birlikte binlerce yıl yazıyı tekelinde tutan iktidarlar bilginin ve dolayısıyla hakikatin kontrolünü kaybetmeye başladı. Sonuç olarak durum Platon’un öngördüğünden farklı gelişti.
Matbaanın ortaya çıkışı (15. yüzyıl ortalarında) daha çok Alman mucid Johannes Gutenberg ile ilişkilendirilir. Ancak matbaayı tamamen yeni bir icat olarak ele almak yerine bir süreç olarak ele almak daha doğru olacaktır. Zira Gutenberg ile ilişkilendirilen matbaadan önce, çeşitli baskı teknikleri, mürekkep türleri veya modern kağıt çeşitleri bulunuyordu.
Örneğin kağıdı 1. yüzyılda Çinliler bulmuş, sonraki yüzyıllarda Kore, Japonya ve Orta Asya’ya yayılmıştı. 8. yüzyılda İslam dünyasına, 12. yüzyılda ise Avrupa’ya ulaşmıştı. Yani Gutenberg matbaayı icat etmeden önce Avrupa’nın her yerinde çalışan kağıt değirmenleri vardı ve kağıt tercih edilen bir madde haline gelmişti.
Söz konusu baskı olduğunda da aynı şeyleri söylemek mümkün: Eski medeniyetler tarafından kullanılan mühür ve damgalar, önce Çin’de ortaya çıkan daha sonra batıya doğru yaygınlaşan taş ve ahşap kalıplar, Elyazması Kültürü’nde kullanılan mekanik presler ve mürekkep çeşitleri… Bunların hepsi aslında matbaa için gerekli olan teknolojilerin matbaanın icadından daha önce (hatta yüzyıllar öncesinde) ortaya çıktığını ve kullanımda olduğunu bizlere gösteriyor.
Peki dönemin modern iletişim şekli yazı iken ve bu yazılar da iktidarın tekelinde tutulurken nasıl oldu da matbaa ortaya çıktı? İktidarların iletişim aracı ve dolayısıyla bilgi üzerindeki kontrolünü kaybetmesini sağlayan matbaanın ortaya çıkışında ne gibi dönüm noktaları olmuştu?
Büyük miktarlarda metin basmak için gereken teknolojiler Gutenberg’den yüzyıllar öncesinde piyasada olduğu gibi en azından bir örnek itibarıyla tam da bu amaç için kullanılmıştı. Daha önce bahsettiğimiz gibi M.Ö. 1000’li yıllarda (hatta daha öncesinde) Çinliler taş ve tahta kalıplar ile baskı yapıyorlardı. Ancak 8. yüzyıla kadar bu teknikler kitlesel üretim için yeniden tasarlanmamıştı, çünkü Çin’in katip havuzu ihtiyaç duyulan her şeyin kopyalanması için yeterli büyüklükteydi. Fakat 8. yüzyılın başlarında İmparatoriçe Wu, budist yazıların tahta kalıp baskıyla seri olarak üretilmesini ve dağıtılmasını emretmişti. Takip eden yüzyıllarda bu durum hem devlet destekli hem de bağımsız matbaa endüstrisinin büyümesini sağladı. Milyonlarca metin basıldı ve Doğu Asya’nın her tarafına ulaştı.
Ancak Doğu Asya’da Avrupa’daki gibi bir matbaa devrimi gerçekleşmemişti. Avrupa’da matbaanın ortaya çıkışı, üretilen metin miktarı, metinlerin dolaşım hızı ve onları okuyan nüfusun oranı bakımından muazzam bir artış ile ilişkiliydi. Doğu Asya’da ise böyle bir ilişki yoktu. Bunun sebebi ise sadece Doğu Asya’da değil, tüm dünyada olan bir eksiklikti: Okur sayısının ve dolayısıyla talebin az olması.
Orta Çağın sonlarında elyazması üretiminin sayısı (hemen hemen hepsi dini yazılar olsa da) önemli ölçüde artmıştı. Bu durum elyazması kitapların sahipliğinde de artışa sebep oldu. Aynı zamanda özellikle kuzeybatısı olmak üzere Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki mahalle ve kasabalarda daha fazla ilkokul ve gramer okulları açılmaya başlamıştı. Tüm bunlar da okuryazarlığın aslında Gutenberg’den birkaç yüzyıl önce artmaya başladığını gösteriyor diyebiliriz. Yani Orta Çağın sonundan itibaren okuryazarlığa olan talep artmaya başlamıştı.
Uzmanlara göre özellikle Avrupa’daki matbaacılığın sıradışı bir şekilde patlaması için okuryazarlık talebindeki artış tek başına yeterli değildi. Bu talebi kışkırtan ve karşılayan bazı tarafların ve teşkilatlı çıkarların da olması gerekiyordu. Elyazması Kültürü’nde bu teşkilatlı çıkarların başını Mezopotamyalı hükümdarlar ve rahipler çekmişti. Matbaa Çağında ise kapitalistler, bürokratlar ve papazlar oldu. Bütün bu grupların bir iletişim aracı olarak elyazmasıyla tatmin olmamak için gerekçeleri vardı ve hepsi farklı seviyelerde de olsa matbaanın benimsenmesini teşvik etmişlerdi. Kapitalistler farklı bir ticaret alanı açmak ve sistemin iyi işlemesini sağlamak (ticari kapitalizmin doğuşu), bürokratlar ise toplumu iyileştirmek ve toplum düzenini kolaylaştırmak için matbaanın benimsenmesini istemişlerdi.
Papazların matbaanın benimsenmesini istemesi ise bunlardan biraz daha farklı gelişmişti. Öyle ki Elyazması Kültüründe okuma eyleminin -iktidar dışında- sadece din adamlarının elinde olması onlara otorite sağlamıştı. Ancak bu durum 1517’deki Reformasyon ile değişti. Martin Luther takipçilerine hakikatin kaynağının sadece kutsal yazılar olduğunu ve bu yüzden eğer tanrının sözüne vakıf olmak istiyorlarsa onu anlamaları, kısaca okumaları gerektiğini söylemişti. Katolik ve Ortodoks din adamları ise doğal olarak bu görüşe karşı çıkmıştı. Ancak sıradan insanların da incili okuyabilmelerini kolaylaştırmak için bizzat Luther onu Almancaya çevirmişti. Bu durum gidişatı önemli ölçüde etkiledi. Zira 1522 yılında basıldıktan sonra incil peynir ekmek gibi kapışılmıştı. İlk iki yılda 14 resmi 66 korsan baskı görmüştü. Luther’e olan desteğin artması incilin farklı yerel dillerde çevrilmesini de sağladı. Bu da aslında Hristiyanlığın parçalanmasını, Protestanlığın Katoliklikten ve Ortodoksluktan ayrılmasını ve kutsal kitabı her okuyanın kendi yorumuyla kendi Protestan kilisesini açabilmesine kadar gitti.
Bu noktada bir parantez açalım. Daha önce Elyazması Kültürü’nde yazıların iktidar ve rahiplerin tekelinde olduğundan ve bilgi ve iletişimin manipüle edildiğinden bahsetmiştik. Matbaa esasında okuryazarlığı kısmen demoktratikleştirmiş olsa da, özellikle din açısından bakıldığında çeşitli yasaklamaların uygulandığını görebiliyoruz: Reformasyon, Karşı Reformasyonu tetiklemiş ve Katolikler de okuma yazma işine girmişlerdi. Karşı Reformasyon sırasında ve sonrasında, Katolikler de tasdik edilen metinlerin yayınlanması için kullanıldığı sürece matbaaya kucak açmışlardı. Ancak Papalık hangi kitapların kötü olduğunu herkes bilsin diye, düzenli şekilde yasak metin listeleri, diğer bir deyişle yüreklere korku salan ünlü Index Librorum Prohibitorum’u (Yasak Kitaplar Dizini’ni) basmıştı. Eğer Index’te yer alan bir kitabı basmış, sahip olmuş ya da okumuşsanız, Engizisyon Mahkemeleri’nden çağrılmayı bekliyorsunuz demekti. Katolikler matbaa ve okumayı ciddiye almışlardı. İşin ilginç yanı istenmemiş olsa da bu Index 1966’ya kadar terkedilmemişti.
Matbaayı teşvik eden kapitalizm, bürokrasi ve okuma dini üçlüsünün erken modern Avrupa’daki benzersiz kesişimi, böylece dünyanın ilk Matbaa Kültürü‘nün doğusuna yol açtı. Gutenberg Avrupa’da kayıtlı olan ilk matbaayı 1439 yılında Almanya’nın Mainz şehrinde açmıştı. Sonraki 50 yıl içinde Batı Avrupa şehirlerindeki matbaa sayısı 110’a ulaştı. Basılan kitaplar 16. yüzyılın sonlarına doğru artık kıta dışında da bulunuyordu. Modern yöntemlerle basılan ilk tam kitap 1454 tarihli Gutenberg’in ünlü 42 satırlık inciliydi. 16. yüzyılın sonlarına doğru ise 150 bin ile 200 bin arasında eserin yayınlandığı tahmin edilmektedir.
1600’lu yıllarda Avrupa’da kişi başına üç kitap düşüyordu. Ancak kitaplar eşit şekilde dağıtılmamıştı. 18. yüzyıla kadar sadece zenginler kitap alabiliyor ve dolayısıyla okuma eylemini büyük ölçüde onlar gerçekleştiriyordu. Durumu iyi olmayanlar ise sadece kendilerine yönelik basılan ucuz basılı metinlere erişebiliyordu. İlk haftalık gazetelerin çıkması (ilki 1631’de Paris’te çıkmıştı), bu gazetelerin zaman içerisinde daha uygun fiyatlara satılmaya başlanması, okul, öğrenci ve okullarda verilen okuma eğitimlerindeki artışlar gibi faktörler ile toplumun farklı tabakalarında da okuma oranı artmaya başladı.
Esasında iktidarlar matbaayı ve faaliyetlerini bir şekilde kontrol altına almak için çokça çaba sarfettiler. Ancak bu çabalar bir şekilde ters tepiyordu, zira geniş çaplı bu sansür ve tekele alma çabası oldukça maliyetli olabiliyordu. Dolayısıyla korsan matbaacılık da çoğalmaya devam ediyordu. Her 100 matbaadan 1’i bile sansürün etrafından dolanırsa bu durum bu matbaada basılan binlerce kitabın piyasaya sürülmesi anlamına geliyordu, ki bu da iktidarların kontrolü kaybetmesine sebep oluyordu. Özellikle İngiltere bu konuda sistemli sansürler uygulamış, ancak 17. yüzyıl İngiltere’sinde piyasadaki her 3 kitaptan 1’i yasadışı olmuştu.
“Hem kağıtçı hem matbaacı hem de Stationer’s Company’den bağımsız olmayan muhtelif pek çok meslek, her köşeye çok sayıda matbaa kurmuşlardır. Bu sayede o kadar çok kitap, risale ve gazete basmakta, yayınlamakta ve dağıtmaktadırlar ki bu kadar suçluyu bulmak ve cezalandırmak için hiçbir gayret yetmeyecektir.”
İngiltere Parlementosu’nun 1643 yılında yasadışı basım hakkında yayınladığı bildiriden.
Dolayısıyla matbaa konsepti, daha önceki iletişim araçlarına göre iktidarların sansür yaklaşımına direnç gösterebiliyordu. Bunları takip eden Reformasyon, İngiliz Devrimi, Hollanda Ayaklanması, Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimi’nin yaşanması ise basının özgür olması düşüncesini ortaya çıkardı.
Sonuç olarak, bu basın özgürlüğü konseptinin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte matbaada basılan kitap, gazete ve diğer ürünler dünya genelinde hızla yayıldı. Bu bilginin çoğalması durumu ise farklı fikir ve görüşlerin de aynı hızda yayılmasına yol açtı. En nihayetinde ise Konuşma Kültürü’nün getirdiği zorunlu “paylaşma”, ardından Elyazması Kültürü’nün getirdiği hiyerarşik düzen, yani “bizler-onlar” ayrımı, Matbaa Kültürü’nde yerini “hoşgörü” kavramına bırakmış oldu.
Homo Videns: İzleyen İnsan
Platon sanatçıları sevmiyordu, tiyatro oyuncularından ise korkuyordu. Çünkü onların sergilediği işler insanları yozlaştırıyordu. Öyle ki tiyatro, bizlere hayatın zenginliğini gösterme iddiasındadır ve bunu çok iyi yapar; öyle ki izleyenleri buna inandırır. İzleyiciler sahnede acı çeken birini gördüğünde gerçekten acı çektiğini hisseder, ancak bunu izlemekten de keyif alır. Platon’a göre insanlar tiyatro izledikçe, sahnede yer alan oyuncular gibi gerçek-dışı davranmaya başlayacaklardır. Dolayısıyla Platon’a göre tiyatro oyuncuları devlette bir ahlaki bir çöküşe sebep olur; böyle bir çöküşün yaşanmaması isteniyorsa bu oyuncuların kovulması gerekir.
Platon’un bu düşüncesi günümüz insanlarına göre biraz çağdışı gelebilir. Ancak Platon’un bu konudaki korkularının çok da yersiz olmadığını söylemek gerekir. Zira 20. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlaşan görsel-işitsel iletişim araçları, herkesin neredeyse her şeyi görebilmesine olanak sağlamıştı. Platon’un tahmin ettiği gibi bu durum insanların bir bakıma kontrolünü kaybetmesine sebep oldu.
İnsanlar doğaları gereği görmeyi ve dinlemeyi daha çok sever. Çünkü okuma-yazma gibi faaliyetlere göre görmek ve dinlemek (tüketme anlamında) oldukça maliyetsizdir. Dolayısıyla bu konuda bastırılamaz bir açlık vardır. Tarih boyunca bu açlık çeşitli şekillerde bastırılmaya çalışılmış ve zaman içerisinde dönüşüme uğramıştır.
Yaklaşık 40.000 yıl önce atalarımız nesnelerin resmini çizme, heykellerini yapma gibi faaliyetlerde bulunmuştu. Bu üretimlerin içeriğini oluşturan konular ise günümüzde en çok ilgi duyulan konularla örtüşüyordu: Cinsellik, yiyecek, içecek, iktidar, zenginlik, savaş ve şiddet. Arkeologların gün yüzüne çıkardığı ve doğrudan bir çıplak kadın tasviri olan 25,000 yıllık Willendorf Venüsü bunun kanıtlarından biridir. Devam eden yüzyıllarda da cinsellik ve diğer kışkırtıcı konularda üretilmiş temsili sanat örneklerini görmek mümkün.
Tarihte özellikle görsellik üzerine üretilmiş bu tür eserlerin yaygınlaşması oldukça güçtü. Üretimin hem maliyetli olması, hem de kabiliyet istemesi üretimi sınırlandırıyordu. Bu eserlerin tüketimi de bu sınırlamalara bağlı kalıyordu. Ancak bu görsel ve işitsel uyarılmalara talep fazla ancak arz ise oldukça azdı.
Elyazması Kültürü’nü hatırlayın. Bu dönemde maliyetli olması sebebiyle okuma ve yazmaya talep azdı, buna ve tekelleşme arzusuna bağlı olarak olarak arz da azdı. Ancak Matbaa Kültürü’yle birlikte talep az olmasına rağmen arz artmıştı. Bu da talebin artmasına yardımcı olmuştu. Görsel ve işitsel uyarılma konusundaki talep ise insanın doğası gereği hep fazla olmuştu. Ancak Elyazması Kültürü ve önceki dönemlerde arzın az olması bu açlığı bastırmadı. Matbaanın bulunması sonucu maliyetleri düşürme konusunda uzman olan matbaacılar bu açlığa ilk çözüm bulan taraf oldu.
Matbaanın ilk günlerinden beri yayıncılar, resim içeren yazılı ürünlerin satışları arttırdığını farketmişlerdi. Bu sebeple basılı metinleri gravürlerle desteklemeye başlamışlardı. Gravürlerin içeriği ise insanların ilgisini en çok çeken “ahlaksızlık” konusu oluşturuyordu. Jean Baudrillard’ın ünlü sözünü hatırlayın:
Kullanılan gravürlerin gerçekçiliği başarısını da belirlediği için daha iyi gravürler ve gravür teknikleri üzerinde çalışılmaya başlanmıştı. Bunun (doğal olmayan) bir sonucu olarak fotoğraflama tekniği ortaya çıktı. Doğal olmayan diyorum, çünkü gözün gördüklerini mekanik olarak kaydedebilme düşüncesi o dönemde oldukça sıradışı bir olaydı.
17. yüzyıl Avrupa’sında fotoğraf üretimi üzerine bazı fikirler geliştirilmişti. 1830 yılında “Nicephore Niepce” adındaki Fransız mucit bu fikirleri bir araya getirerek kalıcı fotografik görüntüyü oluşturmayı başardı. Çok kısa bir süre içinde bu fotoğraflar maliyetsiz bir şekilde kopyalanabildi; ardından gazete, dergi ve kitap gibi basılı materyallerde kullanılmaya başlandı.
Fotoğrafın yanı sıra ses konusunda da önemli gelişmeler yaşanmıştı. Ses kaydı yapabilen ilk cihaz Edouard-Leon Scott’ın 1857 tarihli fotonografı olmuştu. Daha sonra Edison’un fonograf silindirleri (1880’ler) ve Emile Berliner’in gramafon diskleriyle (1890’lar) birlikte piyasada ürün olarak kendini göstermeye başlamıştı.
“Radyonun mucidi kimdir?” sorusu sorulduğunda akla ilk olarak Guglielmo Marconi gelse de, Marconi esasında radyonun patentini alan kişidir. Ancak radyonun icadını tek bir kişiye atfetmek çok da doğru olmayacaktır. Zira radyonun bileşenleri birden fazla bilim insanının çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. David E. Hughes (1879), Heinrich Rudolf Hertz (1887), Nikola Tesla (1893), Oliver Lodge (1894), Jagdish Chandra Bose (1894) ve Alexander Popov (1895) bu çalışmaları sürdüren; dolayısıyla radyonun mucidi olan bilim insanları olarak kabul edilebilir.
Aynı şeyi televizyon için de söyleyebiliriz: Paul Nipkow (1884), Vladimir Zworykin (1923), John Logie Baird (1925) ve Philo Farnsworth (1927) gibi isimlerin hepsi televizyonun mucidi olarak anılabilir. İlk ticari televizyon yayınları 1930’lara kadar gerçekleşmemiş; yaygın bir şekilde benimsenmesi ise 1950’leri bulmuştur.
Görsel-işitsel teknolojilerin potansiyelinin farkedilmesi ve bunun bir sanayi biçimine dönüşmesinin ardından görsel-işitsel iletişim araçları tarihteki bütün iletişim araçlarından daha hızlı bir şekilde yayılmışlardı. 1920’lerde gramofon ve plaklar sıradan bir ev eşyası haline gelmişti. 1923 yılında Birleşik Krallık’ta 125 bin radyo ruhsatı çıkarılmıştı. Bu rakam 20 yıl sonra yılda 10 milyon radyo ruhsatına kadar ulaştı. 1930’da ABD nüfusunun %65’i haftada bir kez sinemaya gidiyordu. 1947 yılında Büyük Britanya’da 15 bin televizyon ruhsatı verilmişti. Bu rakam ise 20 yıl sonra 14 milyonu aşmıştı. Tüm bu rakamlar önceki iletişim araçlarının yaygınlaşması ile kıyaslandığında görsel-işitsel iletişim araçlarının ne kadar hızlı yayıldığını bizlere gösteriyor diyebiliriz.
Elyazması Kültürü’nün yerleşik hale gelişi 175,000 yıl sürmüştü ve buna rağmen çok yaygınlaşmamıştı. Matbaanın yaygınlaşması ise yaklaşık 1,000 yıl sürmüştü. Diğer yandan görsel-işitsel araçların dünyanın tamamına yayılması sadece 20-30 yıl sürmüştü. Peki neden böyle olmuştu? Temelde bunun iki sebebi var: Birincisi modern devlet ve çeşitli kuruluşların görsel-işitsel iletişim araçlarını kitlelere ucuz bir şekilde tedarik edebilmesiydi. İkincisi ve asıl önemli olanı ise insan fıtratıydı. Yani hem maliyetsiz olması hem de duygusal açlığını doyurması sebebiyle insanlar izlemeyi ve dinlemeyi seviyordu.
İnsan arzularına doğrudan hitap edebilmesi özelliği ile görsel-işitsel iletişim araçlarının toplumlar üzerindeki etkisi oldukça fazla olmuştu. Bu dönemde televizyon ve radyo gibi iletişim araçları sadece birer iletişim aracı olmaktan çıkmış, aynı zamanda birer eğlence araçlarına dönüşmüştü. Televizyon, radyo, walkman gibi cihazların ticari ürün olarak piyasaya sürülmesi her evde bu aletlerden en az bir tane olmasını kolaylaştırmıştı. Bireysellik ve mahremiyet gibi kavramlar da bu dönemde sıkça kendini gösteren kavramlar haline gelmişti.
Sonuç olarak görsel-işitsel iletişim araçları insanlara daha önceden tahmin bile edilemeyecek derecede bir deneyim alışverişi imkanı sunmuş ve bu sayede insanların deneyim ufkunu genişletmişti. Bu da “çokkültürcülük” olarak da bilinen bir çoğulculuk anlayışının ortaya çıkmasını sağladı. Bu anlayış esasında Matbaa Çağının “hoşgörü” öğretisinin yeni bir medya ekolojisine uyarlanmış haliydi. Hoşgörü, El Yazması Kültürü’nün öğretisi olan “biz ve onlar” arasındaki benzerliklere vurgu yaparken; çokkültürcülük bunlar arasındaki farklılıkları vurgulamıştı. Hoşgörü, insanlar ne kadar farklı olursa olsunlar sonunda birlik olduklarını hatırlatma gayesindeydi; çokkültürcülük ise “çeşitliliğin” şimdi ve sonsuza dek korunması gerektiğinde ısrar ediyordu. Hoşgörü, belli davranışların müsamahasına dayanıyordu; çokkültürcülükte ise bu müsamahanın neredeyse sınırı yoktu.
Homo Somnians: Düş Gören İnsan
Platon çoğumuzun hakikatle ilgilenmediğini biliyordu. Ona göre filozoflar hem yolun bilgisine hem de iradeye sahipti; insanların geri kalanı ise bunlardan yoksundu. Bizler hakikatin uzağında, hoş sanrılar içinde yaşamaktan memnunuzdur. Bu sebeple Platon’u önemli ölçüde rahatsız eden hayali dünyalar (ona göre “tiyatro oyunları”) yaratırız. Özetle gerçeklikten kaçarız.
Eğer Platon bugün yaşıyor olsaydı, internet ile neler yaptığımızı gördüğünde muhtemelen şaşırmazdı. Çünkü internet denilen uçsuz bucaksız bir dünyada bizler, gerçek insanların yansımalarını, gölgelerini görüyoruz. Gerçeklik kavramını dahi sorgulamıyoruz, çünkü gerçekliği bilmemek yanılsamayı daha da güçlendiriyor. Önemli olan tek şey bize doyum vermesi ve tatmin edici sanal bir gerçeklik sunmasıdır.
İnternetin birbirimizle iletişim kurma biçiminde önemli bir dönüşüme yol açtığını artık hepimiz yaşayarak görüyoruz. İnternet nasıl davrandığımız, neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkındaki düşüncelerimiz üzerinde önemli etkilere sahiptir. Platon bize hakikati bulmamız gerektiği konusunda öğütler verirken, internet ise bambaşka amaçlara kapı aralıyor diyebiliriz.
İnternetin gelişimine geçmeden önce internetin altında yatan teknolojilerin internetten çok daha önce var olduğunu ve bunun bir süreç olarak ilerlediğini söylemek gerekiyor. Esasen internet hikayesinin gerçek başlangıcı Bilimsel Devrim’in yaşandığı 16. yüzyıl Avrupa’sına kadar geri gider. Bunun sebebi, ilk kez burada ve bu tarihlerde internetle sonuçlanacak projenin modern haliyle düşünülmüş olmasıdır. Bu proje ise bilimsel ilerleme amacıyla bilginin sistemli şekilde toplanması, sınıflandırılması ve yayılmasıydı.
Daha çok “Bilgi güçtür” sözüyle bilinen Francis Bacon, dönemin bu sürece katkı sağlayan değerli isimlerinden biri olmuştu. Bacon kitaplarında cehaleti ve batıl inançları ortadan kaldırmak için her şeyin toplandığı, ölçüldüğü, analiz edildiği ve kıyaslandığı bir programın ana hatlarını çizmişti. Ancak pratikte pey uygulanabilir olmadığı görülmüştü.
Francis Bacon’ın akranları ve onun takipçileri Bacon’ın teorisini pratiğe dökmek için çeşitli teşkilatlar kurdu. Bunların bir sonucu olarak İtalya’da Accademia dei Lincei (1603), İngiltere’de Royal Society (1660), Fransa’da Academie des sciences, Prusya’da Akademie der Wissenschaft (1724) ve Rusya’da Akademiia nauk (1724) toplulukları kuruldu. Bu tür bilimsel topluluklar ve devlet destekli kurumlar, hep birlikte akademik bilgileri işleyen temel yapıyı (kütüphane-dizin-makale) oluşturmuşlardı. Bu yapı ise internet ortaya çıkana kadar değişmeden kalmıştı.
Ardından 35 ciltlik “Encyclopedie, ou dictionnaire raisonne des sciences, des arts et des metiers” isimli ansiklopedi (1751) ve daha çok bilinen Britannica (1768) gibi taklitleri ortaya çıktı. Ancak söz konusu bilgiye kolay ulaşma olduğunda kitapların ve üretildikleri iletişim aracı olan matbaaların yeterli olmadığı anlaşılmıştı.
Kitaplardaki bilgileri daha pratik hale getirmeyi amaçlayan dizin kartları, mikrofilmler, mikrofotoğraflar gibi yeni teknolojiler matbaanın yetersiz kaldığı alanlarda kısmen başarılı olmuştu. Ancak bir zaman sonra bu teknolojiler de yeterli olmadı.
Enformasyonu işleyen makinelerin ortaya çıkması bazı önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi. Esasen, bilgi depolamak veya matematik problemleri çözmek için mekanik araçların kullanılabileceği fikri yeni sayılmazdı. Yaklaşık 5,000 yıl önce Stonehenge’i inşa edenler, M.Ö. 2. yüzyılda gök cisimlerinin konumlarını tahmin etmek için hesaplamalar yapan Yunanlılar veya 17. yüzyılda sürgülü cetveli icat edenler bunu biliyordu. Amerikalı mühendis Vannevar Bush da aynı şeyi biliyordu. Bush, 1927 yılında diferansiyel denklemleri çok hızlı ve doğru bir şekilde çözebilen “Diferansiyel Çözümleyici” (“Differential Analyser”) aygıtını yapmıştı.
Bush, bilim yöneticisi olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi’ni ve ABD’de yapılan askeri araştırmaları denetleyen Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Dairesi’nin başındaydı. Onu tüm dünyada tanınır kılan şey ise 1945 yılında Atlantic Monthly’de yayınlanan “Düşünebileceğimiz Gibi” (“As We May Think”) adlı makalesi oldu. Oldukça ileri görüşlü bir yapıya sahip olan bu makalede Bush, özellikle aksak işleyen bilimsel iletişimin çok büyük bir sorun olduğuna vurgu yapmıştı. Yani ona göre matbaa paradigması (kütüphane, dizinler ve makaleler) artık iş görmüyordu. Ona göre kütüphane kataloğunda bir kayıt bulmak, dar ve kısıtlanmış bir yolda yürümeye benziyordu. İleriye veya geriye yürüyebiliyordunuz, ancak yoldan sapamıyordunuz. Ancak Bush’a göre “insan zihni böyle değil, çağrışım yoluyla işler. Beyin hücrelerinin oluşturduğu karmaşık yol ağına göre akılda bulunan bir şey, düşüncelerin çağrışımıyla anında bir diğerine atlar”.
Bush, beynin ince “çağrışımlar” yoluyla veri parçalarını ilişkilendirme biçimine göre tasarlanmış, büyük miktarlarda bilgi depolayabilen ve alabilen bir bilgi işlem merkezi hayal etmişti. Makalesinde “Memex” adlı bir elektromekanik cihaz konseptinden bahsetmişti. Makalesinde anlatıldığı üzere bu cihaz kullanıcı-merkezli olacak şekilde kitapları, kayıtları ve konuşmaları sıkıştırmak, saklamak ve sınıflandırmak için kullanılabiliyordu. Bush’un Memex konsepti gelecekte World Wide Web (WWW) teknolojisinin oluşturulmasına öncülük eden hipermetin (hypertext) sisteminin geliştirilmesinde etkili olacaktı.
Bush’un zamanın ötesindeki bu düşünceleri ABD Savunma Bakanlığı’nın yardımları ile gerçekleştirilmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan ordusu ikinci bir Pearl Harbour vakası yaşanmaması için kolları sıvamıştı. Bu sebeple okyanus ötesinden gelecek hava saldırısına karşı bir radar sistemi geliştirildi. 1959 yılında ise komuta-kontrolü geliştirmek ve karar verme sürecini hızlandırmak amacıyla dünyanın ilk bilgisayar destekli enformasyon ağı olan SAGE (Semi-Automatic Ground Environment) devreye alındı. SAGE istenen her gerekli bilgiyi karar mercilerine hızlı bir şekilde aktarabiliyor; aynı zamanda otomasyon yoluyla savaş uçaklarını kaldırma ve hava hedeflerine yöneltme gibi konularda yardımcı oluyordu.
Ancak burada birilerinin aklına bir soru gelmişti: Uçakların radardan kaçması ve bu radar sisteminin kendisini yok etmesi durumunda ne olacaktı? Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda avantajlarını kaybedebilecekleri düşüncesi, daha güvenli bir ağın geliştirilmesine sebep oldu. Mesajları parçalara ayırıp, ağın çok sayıdaki hattın üzerinden gönderen ve alıcı ucunda yeniden birleştiren bu sisteme “dağıtımlı ağ” (“distributed network”) üzerinden “paket anahtarlama” (packet switching) denildi.
Paket anahtarlama ve onları dağıtma işlemleri başarılı bir şekilde yürütülüyordu. Ancak anahtarlayan ve dağıtan bilgisayarların birbiriyle konuşması gerekiyordu. Çoğumuzun bildiği ARPANET (Advanced Research Projects Agençty Network) ise ABD hükümetinin mali desteğiyle tam olarak bu soruna çözüm olması için sahneye çıkartıldı (1969).
Çok büyük bir buluş olarak görülse de -ki savunma sistemindeki sorunlara çözüm için geliştirildiği düşünüldüğünde öyledir diyebiliriz- erişimin olanaksız olması sebebiyle ARPANET pek kullanışlı değildi. Amerikan ordusu bunu önemsemiyordu, çünkü kendi ağı vardı ve bu ağda başkasının olmasını istemiyordu. Ancak bilimsel ilerlemeyi sağlamak için iletişimin önemli olduğunu düşünen bilim insanları, hangi ağda olduğuna bakılmaksızın bütün bilim insanlarının birbirleriyle konuşabilmesini sağlayan dev bir şebeke ya da bir “ağlar arası ağ” (“internetwork”) kurulmasını istiyordu. Tabi işin içine ABD ordusunun çıkarları, yöneticilerin kararları, güvenlik endişeleri vs gibi etkenler girmesiyle bu sistemin kurulması epey geciktirilmiş; önemli ölçüde müzakere ve para gerektirmişti. Nitekim 1980’lerin ortalarında ağlar arası ağ “internet” devreye girdi ve oldukça iyi çalışıyordu. ABD’deki büyük enstitülerin ve üniversitelerin yanı sıra okyanus ötesinde de bağlandığı yerler vardı.
İnternet ARPANET’e göre daha büyük ve daha kolay erişilebilir olsa da kullanımı hala zordu. Mesaj ve dosya alışverişi yapabiliyor, hatta uzaktan bazı programları çalıştırabiliyordunuz. Ancak eğer uzman değilseniz bunun ötesinde pek bir şey yapamıyordunuz. Bu durum Tim Berners-Lee adındaki bir İngilizi rahatsız etmişti. İsviçre’deki büyük fizik laboratuvarı CERN’de çalışan Lee’nin işi, bilim insanlarının birlikte çalışmasını kolaylaştırmaktı. İnterneti bir işbirliği aracı olarak daha kolay hale getirmek istemişti. 1990’ların başlarında Lee ve Fransız bir meslektaşı, belge depolamak, almak ve göndermek için internetten yararlanan bir sistem tasarlayıp buna “World Wide Web” (“WWW”) adını verdiler. WWW sayesinde bilgisayarların kendileri arkaplanda, kullanıcıların yapmak istediği işlemlerin kendisi ise ön plandaydı. Yani bu sistem ile belgeden belgeye atlayabiliyor veya istediğinizi okuyabiliyordunuz. Teknik işlerler uğraşanlar, web’in son derece kullanışlı olduğunu hemen fark edip onu bir tür standart haline getirmişlerdi.
Bu aşamada, internet ve onun üstünden çalışan web hala pek bilinmiyordu. Bu sistemin farkında olan ve bunu kullananlar arasında sadece bilgisayar sektöründe çalışanlar, bilim insanları ve teknolojiyi yakından takip eden genç “geek”ler vardı. Ancak daha sonra Illinois’deki bir geek grubu çığır açan bir fikirle çıkageldi. İlk olarak, çoğu kişinin bilgisayar sektöründe bir standart haline gelen UNIX’i değil, Windows ve Macintosh işletim sistemlerini çalıştıran kişisel masaüstü bilgisayarları aldıklarını fark etmişlerdi. İkinci olarak, bu bilgisayarların telefon hattı yoluyla internete bağlanabileceğini fark etmişlerdi. Üçüncü olarak ise İsviçre’deki bilim insanlarının multimedya belgelerin gönderimini, alımını ve depolanmasını sağlayan bir yazılım geliştirdiklerini biliyorlardı. Böylece söz konusu üniversite öğrencileri bu üç düşünceyi bir araya getirip kişisel bilgisayar kullanıcıları için son derece kolay kullanılır ve temiz görünümlü bir “web tarayıcısı” yaratmak üzere kolları sıvamışlardı. Sonrasında ise geliştirdikleri bu ilk web tarayıcısını “Mosaic” adıyla dağıtmaya başladılar. Bununla birlikte internete girmek ve internette gezinmek bir anda çok kolay hale gelmişti. 1990’ların ortalarına gelindiğinde ise “internette sörf yapmak”, gazete okumak, radyo dinlemek veya televizyon izlemek gibi bir aktiviteye dönüşmüştü.
İnternetin doğuşu işte böyle olmuştu. Kökleri bilimseldi. Bilginin kolay, etkili ve sonsuz şekilde toplandığı, depolandığı ve işlendiği dört yüz yıllık bir rüyanın gerçekleşmesiydi. Ancak bilim zamanla internetteki yerini farklı sistemik güçlere bıraktı: Enformasyon kapitalizmi, gözetim devleti ve kültürel hazcılık.
Enformasyon kapitalizmi: 18. yüzyılın bir ürünü olan sanayi kapitalizmi malların üretimiyle ilgiliydi. Bazı ürünlerin hala endüstriyel olarak üretilmesine ihtiyaç duyduğumuzdan sanayi kapitalizmi şimdi de vardır. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde sanayi kapitalistleri iki şeyin farkına varmışlardı. Birincisi modern iş dünyasının veri işleme gereksinimlerinin üretkenliği ve karları olumsuz yönde etkilemesiydi. İkincisi ise araştırma ve geliştirmenin getirisinin büyük olabileceğini anlamışlardı. Bu iki kavrayış, enformasyon üretimi, düzenlenmesi ve depolanmasına yeni ve yüksek bir değer kazandırmıştı. Francis Bacon’ın deyimiyle bilgi güç olabilirdi, ancak enformasyon paraydı. Hesap makinesi gibi çeşitli cihazlar uzun süredir tedavüldeydi ve aktif olarak pazardaki yerini alıyordu. Ancak bilgisayarların bu sektöre girmesi oldukça geç olmuş; iş dünyası da internetin hızlı yayılışına büyük oranda hazırlıksız yakalanmıştı. Ancak yine de internetin ne olduğunu anladıklarında, onun sunduğu olanaklardan hızla faydalanıp büyümesine katkıda bulunmuşlardı.
Gözetim devleti: Enformasyon kapitalizminin gücü gözetim devletinin gücü yanında oldukça sönük kalmıştı. Refah devleti, vatandaşlarına asgari düzeyde çeşitli mal ve hizmet sunmakla mükelleftir. Ancak bunun için muazzam miktarda veri toplaması ve işlemesi gerekir. Zaman içerisinde refah devletinin bu vazifesi, emeklilik maaşı, eğitim hakları, sağlık sigortası, işsizlik sigortası, dul maaşı, diğer tüm haklar ile genişledikçe devletin enformasyon işleme gereklilikleri de artmıştı. IBM şirketinin 1890-1900 yılları arasında ABD’de yapılan nüfus sayımlarını tablolara dökmeye yarayan makineler üreterek işe başlaması buna iyi bir örnektir.
Gelgelelim modern devletlerin enformasyon toplama ve veri işleme kapasitelerini arttırmaya gerek duymasının tek nedeni ulusal refah arayışı değildi. Daha tatsız nedenler de vardı. Bunlardan bir tanesi daha önce bahsettiğimiz gibi daha iyi öldürmek ve öldürülmemek için yeni yollarak bulmaktı. ARPANET araştırmasının ABD Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilmesi bu yüzdendi. Bir diğer neden ise özellikle 20. yüzyılda ayyuka çıkan ve “devlet güvenliği” (“devlet güvensizliği” demek daha doğru olur) adı altında yapılan gizli devlet gözetimleriydi. Hükümetler sözde kendilerine hizmet ettiğini söylediği özgür vatandaşlarını gizlice gözetlemek adına vatandaşların özgürlük haklarını ihlal etmişlerdi. Bu sebeple gözetleme faaliyetleri devletin enformasyon işleme kapasitesine fazladan bir yük bindirmiş ve bu aşamada internet daha farklı bir anlam kazanmıştı.
Kültürel hazcılık: 20. yüzyılın ilk yarısında, vücutlar giysili, konuşmalar küfürsüz ve fikirler sakıncasız olduğu sürece görsel-işitsel iletişim araçlarında her şeyi kamuya göstermek mümkündü. Görünüşlerin korunması gerekiyordu. Ancak 1950’lerden sonra bu anlayış biraz değişti. Playboy‘u kuran Hugh Heffner (1953), Algı Kapıları‘nı yayınlayan Aldous Huxley (1954) ve Yolda‘yı yayınlayan Jack Kerouac, görüşünüşlerin korunmasına gerek olmadığını; gerçek olanı kucaklamamız gerektiğini savunuyordu. Bu sebeple de dönemin kültürel ikonları haline gelmişlerdi. Arkalarından gelen neslin de bu fikri savunmasıyla 1960’lı yıllar, ahlak kurallarında gerçekleşen dönüşümlerin yılları olmuştu. Sonraki yıllarda ise radikal hazcılığı savunanlar eğlence endüstrisinin kahramanı haline gelmişlerdi. Bu dönemde yaşanan değişimler internete de zemin hazırlamıştı. İnternetin doğuşundan itibaren insanlar istedikleri her şeyi dinleyebilecekleri, izleyebilecekleri ve söyleyebilecekleri bir kanala hazırdı. Matbaa ve görsel-işitsel iletişim araçları bunları sağlayamazdı, ancak internet sağlayabilirdi; sağlamıştı da.
İnsan doğası ve internet
Daha önceden bahsettiğimiz gibi yazı ve matbaa oldukça yavaş yayılmıştı. Çünkü maliyetli (emek, zaman, öğrenme maliyeti) olduğu için okuma ve yazmaya doğal bir isteksizlik duyuyorduk. Görsel-işitsel iletişim araçlarının yaygınlaşması ise 20-30 yıl sürmüştü. Çünkü maliyetsiz olmasından dolayı izlemeye ve dinlemeye doğal olarak meyilliydik. İnternet ise hepsinden çok ama çok daha hızlı bir şekilde yaygınlaşmış, sadece birkaç yıl içinde tüm dünyaya yayılabilmişti.
Yazının başında da söylediğimiz gibi internet başlı başına yeni bir iletişim aracı değildir. Aynı diğer iletişim araçlarında olduğu gibi kendisinden önceki iletişim araçlarının üzerine inşa edilmiştir. İnternetin hızlı bir şekilde yayılmasının bir sebebi esasen budur. Ancak başka bir sebep daha vardır. O da onu gerçekten istememizi sağlayan bir güdüye sahip olmamızdır. Peki gerçekten de böyle midir?
İnternet dediğimiz ortam, arzularımıza ve evrimsel hassas noktalarımıza dokunan bir yapıya sahiptir. Bu anlamda diğer iletişim ağlarının hepsine fark atar. İnsanlar aykırılıkları tespit edip bilmeceleri çözmek için tasarlanmışlardır. İnternet ise bize birbirinden gizemli aykırılıklar ve bilmeceler sunar. Orada her şey vardır; tuhaf, yabancı, ilginç, sıra dışı, gizemli birçok şey bu ortamda yer alır. Tüm bu bilgiler arasında gezinirken farklı uyaranlara maruz kalıp dikkatinizin dağılması da bunun doğal sonuçlarından biridir. Bu noktada internet kitaplardan zıt bir şekilde ayrılır. Kitaplar dikkatinizi odaklayan, internet ise dağıtan bir araçtır. Bir bilgiye ulaşmak için internete girdiğinizi ve nihayetinde o bilgi haricinde kaç farklı şeye baktığınızı düşünün; ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. İnternette bir şeyi aramaktan ziyade etrafa bakınma güdüsü yapmayı sevdiğimiz şeylerden biridir ve kendi içinde bir amaçtır. Günümüzde, sahip olduğumuz etrafa bakınma güdüsünü uyaran platformların çok sayıda olması da bundan dolayıdır.
Bunun bir diğer sebebi de Homo Loquens: Konuşan İnsan bölümünde bahsettiğimiz “alaka” (relevance) konusudur. Bilgi alışverişi veya iş birliği yapmak için değil; doğamız gereği bundan keyif aldığımız için konuşuruz. Doğamız gereği konuşmaktan keyif alırız, çünkü konuşma (“alaka” konusu) çağlar öncesinde seçilim değerimizi arttırmıştı. Benzer şekilde internette paylaşım yapmamızın amacı, bilgi alışverişi ya da iş birliği yapmak değildir; paylaşım yaparız, çünkü bundan keyif alırız. İnternette paylaşım yapmanın konuşmanın farklı yollarla sürdürülmesi olduğunu düşündüğümüzde “alaka” (relevance) konusunun internet söz konusu olduğunda da -seçilim değerimizi arttırdığı için- geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Alaka (Relevance) konusuna bir örnek: Wikipedia platformunu ele alalım. Bildiğiniz üzere Wikipedia, kullanıcıları tarafından ortaklaşa olarak birçok farklı dilde hazırlanan özgür, bağımsız, ücretsiz, reklamsız ve kâr amacı gütmeyen bir internet ansiklopedisidir. Peki kullanıcıların bu platforma katkı sağlamasındaki amaç nedir? Para kazanmak mı? Hayır, çünkü Wikipedia’ya katkı sağlayan kullanıcılara herhangi bir ödeme yapılmaz. Ün kazanmak mı? Hayır, çünkü bu platforma katkı sağlayanların büyük kısmı anonim olarak ya da takma isimle bu işi yaparlar. Peki neden? Bunun arkasında yatan şey, evrimsel nedenlerdir. Kullanıcılar Wikipedia’ya katkı sağlarlar, çünkü bu işi keyifli bulmaktadırlar.
İnternetin dokunduğu hassas noktalarımızdan bir diğeri ise daha önce bahsettiğimiz gibi “girişken uyarıcılar” olarak adlandırılan uyarıcıları deneyimleme arzumuzdur. Hatırlarsanız bunlar istemsiz bir şekilde dikkat etmeye önceden programlandığımız bazı görüntüler ve seslerdi. Cinsellik, yiyecek, içecek, iktidar, zenginlik, çatışma ve şiddet konularını içerir. Evrimsel bakış açısından bu uyarıcılar her zaman içgüdüsel olarak dikkatimizi çeker. Şimdi interneti ve internette yer alan bu uyarıcıların ne kadar fazla olduğunu düşünün. Bu uyarıcılara tarihte hiç olmadığı kadar fazla maruz kaldığımızı söyleyebiliriz. Akıl almayacak türde ve sayıda porno siteleri, sürekli olarak çatışmayı, şiddeti, ölümleri öne çıkaran haber siteleri ve daha fazlası. İçerikleri sevin ya da sevmeyin, içgüdüsel olarak bunlara bakarsınız ve bu tür içerikler arzuladığınız bir his uyandırıp uyarılmanıza neden olur.
Özellikle internetin üzerimizdeki etkilerini açıklayan girişken uyarıcıları deneyimleme arzusundan dolayı, görsel-işitsel araçların kapısı aralandığında koşarak içeri girmiştik. İnternetin kapısı açıldığında ise ona akın ettik.
İnternetin hayatımıza girmesiyle birlikte “Yeni Medya” kavramı da kullanılmaya başlandı. Buna göre konuşma, el yazması, matbaa, radyo ve televizyon gibi iletişim kültürlerini kapsayan “Eski Medya / Geleneksel Medya”, internet üzerine kurulu “Yeni Medya”ya dönüşmüştü. Esasında bu ifade çok da doğru değildir. Sanılanın aksine “Eski Medya” ortadan kalkmamıştır ve muhtemelen hiçbir zaman da kalkmayacaktır. Çünkü tarihsel kanıtlar temel iletişim araçlarının olağanüstü derecede kalıcı olduğunu göstermektedir. Yazının başında da belirttiğimiz gibi yeni iletişim araçları eskisinin yerine geçmez, ona katılırlar. İnternet de kendinden önceki iletişim araçlarını bünyesinde barındırır.
Her iletişim kültürünün kendinden önceki kültüre göre farklı değişimlere sebep olduğunu daha önce görmüştük. Buna göre internetin de bazı toplumsal ve kültürel değişimlere sebep olmasını, kendinden önceki görsel-işitsel kültürlerin toplumsal pratiklerini ve değerlerini değiştirmiş olmasını bekleyebiliriz. Peki İnternet Kültürü ne gibi değişimlere sebep oldu?
Matbaa kültürlerinde herkesin teoride söz hakkı vardı, ancak pratikte, sadece basılı ifadelerin maliyetini karşılayabilenler gerçek anlamda “konuşmuştu”. İnternet kültüründe ise herkesin gerçek anlamda sesi vardır. Burada konuşmanın maliyeti çok düşüktür ve bundan dolayı herkes konuşur. Özetle internette radikal bir eşitlikçilik söz konusudur. İnternetle birlikte insanlar artık sadece bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda bilgi üreticisi konumuna gelmişlerdir. İnternet ile birlikte iletişim artık daha da demoktratikleştirilmiştir.
İnternet hakkında çizilmiş en ünlü karikatürlerden biri de şüphesiz Peter Steiner’in 1993 yılında çizdiği karikatürdür: “İnternette kimse senin köpek olduğunu bilmiyor.”
Bu karikatür aslında internetin bir diğer özelliğini ve yarattığı değişimlerden birini çok güzel anlatıyor: anonimlik. Gerçek dünyada sizin kim olduğunuzu herkes bilir. Ancak internette kim olduğunuza kendiniz karar verirsiniz. Tek yapmanız gereken istediğiniz özelliklere sahip bir sahte profil oluşturmaktır. Dolayısıyla internet anonimliği sağlayarak insanlara alternatif sanal yaşamlar sunar. Bu yaşamlar ise insanlara gerçek dünyada yapmadıkları -özellikle yapmamaları gereken- şeyleri vicdan azabı duymadan yapabilme özgürlüğü verir. Günümüzde sıkça konuşulan metaverse, Web 3.0, arttırılmış gerçeklik gibi yeni teknolojiler merkeziyetsizlik, eşitlik ve anonimlik konularında gelinen noktayı çok iyi göstermektedir.
Sonuç olarak, Matbaa Çağı’nın hoşgörü öğretisini ve Görsel-İşitsel Çağı’nın çokkültürcülüğünü hatırlayın. İnternet Çağı’nda ise kültürün ötesinde bir kimlik ortaya atarak her ikisinin de ötesine geçen “transkültüralizm” kavramı ortaya çıkmış oldu. Bu kimlik belli bir tarihsel kültüre dayanmayıp çok sayıda tarihsel ve yapay bir kültürün bir karışımından oluşur. Transkültüralizm bir bakıma Aydınlanma Çağı’nın “dünya vatandaşlığı” kozmopolitizminin bir çeşidi olarak da görülebilir. Ancak transkültüralizm, kozmopolitenliğin içermediği türden bir “kendini yaratma” bileşenine sahiptir. Transkültüralizm kişiye özel yeni kimliklerin oluşturulmasına izin verir ve bunu teşvik eder. Bu kimlikler gerçek ve hayal ürünü kimlikler, çevrimiçi ya da çevrimdışı kimlikleri de kapsar.
Sonuç
Ortaya çıkan her iletişim aracı, kendinden önceki iletişim aracının özelliklerini büyük ölçüde korumuştur. Değişen ise kültürler olmuştur. Evrimsel açıdan bizlere avantaj sağlayan konuşma kültürü eşitliği, tekelciliği doğuran elyazması kültürü bizler-onlar ayrımını, okumayı yaygın hale getiren matbaa kültürü hoşgörü öğretisini, doğrudan arzularımıza ve hassas duygularımıza hitap eden görsel-işitsel iletişim araçları çokkültürcülüğü ve bizlere alternatif yaşamlar sunan internet kültürü ise transkültüralizmi ortaya çıkarmıştır.
Günümüzde geçerli olan iletişim aracının ortaya çıkardığı transkültüralizm kavramının ne gibi yeni değişimlere yol açacağını ise zamanla görmüş olacağız. Zira gelişen teknolojiler ile birlikte değişen alışkanlıklarımız, cevap bekleyen birçok soruyu da beraberinde getiriyor.
Sağlıcakla kalın…
Faydalandığım kaynaklar: İletişim Tarihi: Konuşmanın Evriminden İnternete Medya ve Toplum – Marshall T. Poe (Kitap), Tüketim Toplumu – Jean Baudrillard (Kitap), Why We Talk: The Evolutionary Origins of Language – Jean-Louis Dessalles (Kitap), Devlet – Platon (Kitap), As We May Think, Vannevar Bush – The Atlantic, Inventing the Internet – Janet Abbate (Kitap), Ana görsel: Morningstar
Bir yanıt yazın